24 Kasım 2016

,

Bronz Atlı - Paullina Simons | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Bronz Atlı
Orijinal Adı: The Bronz Hourseman (The Bronz Hourseman #1)
Yazar: Paullina Simons
Yayınevi: Pegasus
Sayfa Sayısı: 824
Goodreads Puanı: 4.35/5
Benim Puanım: 4,5/5
Arka Sayfa;
Bu kısacık ömürden korkmayacağım, başımı eğmeyeceğim,
dik durmanın bir yolunu bulacağım. Kapımı her şeye kapatacağım, Alexander. İçimde yalnızca sen kalacaksın...

Şarkılar söyleyip hayaller kurmaktan başka işi olmayan on yedi yaşındaki dünyalar güzeli Tatyana, Almanların Rusya’yı işgal ettiği 1941 yazından sonra hayatının bir daha asla eskisi gibi olmayacağından habersizdir. Çünkü savaşa girdiklerini öğrendikleri gün hayatının mucizesiyle karşılaşmıştır; yakışıklı ve gizemli Kızıl Ordu subayı Alexander Belov… 
Birbirlerine ilk görüşte âşık olan Tatyana ile Alexander ateş ve baruttur, bir kuşun iki kanadı, gece ve gündüz, toprak ve çiçek… Fakat aşk da hayat gibi, asla göründüğü kadar kolay değildir. Hatta onlarınki aşkların en zorudur çünkü Tatyana’nın biricik ablası Daşa da genç adama sırılsıklam âşık olmuştur. Onları bekleyen o korkunç savaş, kış, açlık ve ölümcül sırlar, imkânsız aşklarının verdiği acının yanında bir hiç kalacaktır. 
Bronz Atlı, Tatyana ile Alexander’ın hikâyesi. Başlarına bombalar yağarken kalpleri aşk için çarpanların hikâyesi. İhanetin olduğu kadar fedakârlığın da hikâyesi. Her satırı hüzünle, tutkuyla ve umutla kaleme alınmış, unutulmaz bir aşk ve savaş destanı…
Avucunu aç, içine benim için bir öpücük kondur ve sonra elini kalbine bastır.

Bir tarihi aşk sevdalısı olarak bu kitap elime geçtiğinde gerçekten çok mutlu olmuştum. Konusunda elbette en ilgi çekici ve okunduğu gibi göze batıp heyecana boğan kısım iki kız kardeşin aynı adama aşık olmasıydı. Kitabı son üç yüz sayfaya kadar bayılarak okudum. Bunun elbette asıl sebebi Tatyana ve Alexander ikilisinin aşklarının imkansızlığı ve bu imkansızlığın ısrarla devam etmesiyle satırlarda kıvranışımdı. Aşklarının acı çeken, umutsuz hallerini okumak içimde büyük bir duygu yoğunluğuna sebep oldu. Daşa ve Tatyana'nın çaresiz kız kardeş ilişkilerini okumak da bir güzel ağlamama yetti. Kitaptaki karakterler tükendikçe, daha doğrusu o savaş döneminde zayıflayıp güçten kesildikçe içime bir hüzün yayıldı. Her satırlarla beraber ben de onlarla eridim diyebilirim. Yazarın beni bu kadar üzmesi en beğendiğim kısımlardan biriydi. Hatta bazen tek bir cümleyle gözlerimi pat diye doldurabildi.

Tatyana ve Alexander'ın masum aşkı için ifade edebilecek kelime bulamıyorum. Onları bu imkansız girdabın içinde bir arada okumak beni de büyük bir heyecana boğdu. Ne zaman ki karakterler bir şekilde umutsuzca refaha kavuştular; yazar bu kısımları o kadar uzattı ki artık içimden "bir daha ne zaman canımı yakacaksın" diye sormaya başladım. O refah kısmına kadar kitap o kadar can yakıcı, dolu dolu ve akıcı bir şekilde akıp gitti ki sürekli aynı mutluluğu okumak bir zamandan sonra sıkmaya başladı. Elbette neşe dolu satırları kalbim pır pır ederek okudum ama yazar bu sevgiye bizi gereğinden fazla boğarak uzattı. Kitabın sonlarına doğru tekrar heyecan bastırı verdi. "Hadi bakalım bu sefer nasıl kalbimi ağrıtacaksın" diye beklerken açıkçası kitap hiç beklediğim gibi bitmedi. Son satırları okurken bir güzel öfke depoladım. Hatta tekrar tekrar okuyup manasızca yeni anlamlar yüklemeye çalışarak ipuçları aradım ama sonuç olarak kitap bitmişti.

Demem o ki yazarın bu imkansız aşkın hemen elde edilip mutlu mesut sürmeyeceğini anlamamız için ikinci kitabı yazmış olduğunu bilmesem bir güzel puan kıracaktım. Ciddi bir tarihi aşk romanı okuyucusu olarak büyük beğenimi kazanabilecek bir olay örgüsüne ve okuyucuya tüm duyguları geçirebilecek kadar detaylı ve yürek dağlayan bir yazı biçimi vardı. Karakter bakımından bakarsak da Tatyana bugüne kadar okuduğum en fedakar kızdı. Fakat bir yandan sonra bu fedakarlıkları beni basmaya, böylesine verici olması canımı sıkmaya başladı. Evet, böyle söylüyorum ama Tatyana her ne kadar on yedisinde oldukça klişe hareketlerde bulunmuş olsa da gerçekten çok severek okuduğum bir karakterdi. Fedakar olduğu kadar cesareti ve yaptıkları da göz dolduracak cinstendi.
Alexander yani Şura'yı kitap boyunca nasıl tutularak okuduğumu anlatamam. Tatyana'yı her koşulda koruması ve ne olursa olsun aşkından vazgeçmemesi satırları okurken benim kalbimi bile kazanmasını sağladı. Kitap için son söyleyeceklerim kesinlikle çok beğendiğimi belirtmem gerektiği. Hatta bence harika derecede hüzün dolu bayılarak okuduğum bir tarihi aşk romanı oldu. Şayet yazar son üç yüz sayfayı aynı acı tatla yazmaya devam etseydi bu eleştirilerin yerini daha deminki kurduğum övgülerin misleri doldururdu. Sonuç olarak biraz sabır isteyen ama elinize aldığınıza peçetenizi de ne olur ne olmaz kitap arasına sıkıştırmanızın şart olduğu harika bir aşk hikayesiydi. Ayrıca "gerçekten aşk hikayesi diye buna derim" diyebileceğim güzellikteydi. Alexander ve Tatyana'nın hikayesinin devamını okuyacak olmamız içimi ferahlatıyor. Sadece tarih aşk değil, aşk romanlarını seviyorsanız bile okumanızı canı gönülden öneririm.
Continue reading Bronz Atlı - Paullina Simons | Kitap Yorumu
,

İmkansızın Şarkısı - Haruki Murakami | Kitap Yorumu

Kitap Adı: İmkansızın Şarkısı
Orijinal Adı: Norwegian Wood
Yazar: Haruki Murakami
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa Sayısı: 349
Goodreadsa Puanı: 4.02/5
Benim Puanım: 4/5
Arka Sayfa;
Bir yolculuk sırasında Beatles’ın “Norwegian Wood” adlı parçasını duyan kahramanımız 37 yaşındadır ve bu parça onu Tokyo’da geçirdiği üniversite yıllarına götürecektir. En yakın arkadaşının intihar edişi, geçen zamanın ardından onun kız arkadaşıyla yakınlaşması, araya giren zorunlu ayrılık ve yeni bir kız arkadaş. “İmkânsızın Şarkısı” yalın, çarpıcı ve sıcak bir aşk hikâyesini anlatıyor. Yazarı HARUKİ Murakami Japon edebiyatının aykırı, ama en çok okunan yazarı. Japon geleneklerinin dışında geliştirdiği üslubuyla adından çok söz ettiren Murakami’yi dünyaya tanıtan roman “İmkânsızın Şarkısı”.
1968-1970 yılları arasında geçen olaylar, o günün toplumsal gerçeklerini de satırlara taşıyor. Ama romanın odağında bu toplumsal olaylar değil üçlü bir aşk var. Gençliğin rüzgârıyla hareketlenen “İmkânsızın Şarkısı”nı ölümle erken karşılaşan gençlerin hayatı yönlendiriyor. Hiçbir şeyin önem taşımadığı, amaçsızlığın ağır bastığı, özgür seksin kol gezdiği bir öğrenci hayatı... Ama diğer yanda da yoğun duygular var... İmkânsız aşklar, imkânsız şarkılar söyleten. Hemen hemen her Japon gencinin okuduğu roman anayurdu dışında da çok kişi tarafından sahipleniliyor.

Haruki'nin ünlü kaleminden ilk bu kitabı okuma şansı yakalayabildim. Kitabın arka yazısını okuduğumda tahmin ettiğimden daha farklı bir içeriğe sahip olacağını düşünmüştüm. Çok uzun zamandır japon karakterler içeren bir kitap okumamıştım. Bu yüzden her seferinde yaptığım gibi bu sefer de o uzun ve karışık isimler sayesinde erkek ve kız karakterleri oturtmakta zorlandım. Ama kitap oturduğu gibi gerçekten şaşırılacak derecede elden düşmeyecek kadar sürükleyici bir güzellikle yazılmıştı. Hem merak konusuydu hem de tahmin etmekten öte gelen bir dürtüyle kitabı okumaya kendimi kaptırdığım gibi sürekli devam etmek istedim. İlk başları sakin kafayla okuduktan sonra gerisi de çok güzel anlaşır şekilde geldi. Kitapta beni en çok şaşırtan şey erotizmin bu kadar doğal kullanılmasıydı.

Ölümün gölgesi, yaşam alanına pek ağır ağır iner, insan bunun bilincine vardığında artık karanlıkta hiçbir şeyi seçemez olur ve öyle bir durumdasındır ki çevrendekiler seni diriden çok ölü sayarlar. Ben böyle bir ölüm istemiyorum işte. Kesinlikle buna katlanamam.

Doğal demişken araya Vatanebe karakterinin ne kadar doğal olduğunu koyayayım çünkü kurduğu cümleler, espri anlayışı ve mantıklı konuşma vs. düşünce tarzıyla gitgide daha harika bir karaktere büründü. Erotizmden kastım arka sayfada bu kelimeyi okuduğumda içerikte şiddetle geçmediğini düşünmüştüm ama ara ara bolca vardı. Fakat değişik tarafı şudur ki; bu kısımlar hikayede öyle olaylara yön veriyordu ki kitabı daha garip ve farklı hale sürükledi. Hatta bu konudaki espriler gerçekten ince bir çizgide çok güzeldi. Kitabın genel gidişatı ve sonu da dahil beğenimi çokça kazandı. Her ne kadar yazarın diğer eserlerini daha çok beğenmek istesem de İmkansızın Şarkısı gerçekten gözümde alışılmışın dışında konusu, harika karakterleri ve müthiş akıcılığıyla hafızamda güzelce yer edinecek türdendi. Belirli bir yaşa hitap eden kitap severlere kesinlikle tavsiye ederim.

Continue reading İmkansızın Şarkısı - Haruki Murakami | Kitap Yorumu
,

Sabah Yıldızı - Pierce Brown | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Sabah Yıldızı
Orijinal Adı: Morning Star (Red Rising #3)
Yazar: Pierce Brown
Sayfa Sayısı: 552
Goodreads Puanı: 4.5/5
Arka Sayfa;
Darrow huzur içinde yaşayabilecekken düşmanları ona savaş getirmiştir. Altın yöneticiler karısını asmış, halkını köleleştirmiştir. Darrow ise karşı koymaya kararlıdır ve Altınların arasına sızmak için her şeyini riske atmıştır. Toplum’un en güçlü savaşçılarını yenip rütbesini yükseltmiştir. Ancak hiyerarşiyi içeriden çökertecek devrime adım adım yaklaşırken aniden sırtından vurulmuştur.
Tüm hayatının birikmiş öfkesine ihanetin acısı eklenmişken karanlığa kapılmamaya çalışan, bu süreçte Altın dostlarına sadakati ve özgürlük arzusu arasında hırpalanan Darrow, Güneş Sistemi’nin kaderi omuzlarındayken her zamankinden daha savunmasızdır. Onun gerçek kimliğini bilen eski müttefikleri, sadakatlerini koruyacak mıdır? Altınlara karşı ayaklanması başarıya ulaşabilecek midir? Darrow başlattığı iç savaşı mutlak zafere taşımaya çabalarken Altın tiranlara karşı direnen milyonlarca insanın hayatını değiştirecek seçimler yapacaktır.
 
Evet, bitti. Tek kelimeyle muazzamdı. Öyle çok buruk da değilim ama seri her kitapla distopya havasıyla devrelerimizi yakıp, bir sürü karakteriyle hafızamızı zorlamaya devam etseydi de tadına doyulmazdı. Kızıl Yükseliş benim okuduğum ilk gerçek distopya kitabıydı. Mükemmel kurgusu, satırlarla okuyucuyu içine çeken olgun karakterleri, ufacık bir aşk için havada zıplamanızı sağlayan o heyecanı ve ihanet, intikam, dostluk öğelerini dibine kadar bana geçiren, asla unutamayacağım bir seriydi. Her ihanetle kalbime bir bıçak saplanırken, bir yandan da delice bir umutla o kişinin yine de iyi tarafa geçmesini bekledim. Çünkü Darrow hep böyleydi. Karşındaki ona ne kötülük yaparsa yapsın, bir evet demesiyle tüm kalkanını yıkıp, o kişinin onaylaması için hayatını riske atacak kadar dostluğa önem veren harika bir karakterdi. İlk iki kitapta baya ağlamıştım.

"Sen ve ben karanlıkta ışığın ortaya çıkmasını bekletip duruyoruz. Oyda çıktı bile. O bizim, evlat. Arızalı, çatlak, aptal olsak da, ışık biziz ve yayılıyoruz."

Kızıl Yükseliş serisi distopya konusunda eşi zor bulanacak kadar kalitede olabilir ama asıl yazarın kalemindeki o dram kokusuna aşığım. Üçüncü kitapta da defalarca kez öfkeden gözlerimi doldurup, şaşkınlıkla ağzımı açık bırakmayı başardı. Seriye dönüp baktığımda ciddi anlamda okuduğum en dolu dolu, entrikayla bezenmiş, asla olayların sonu gelmeyen, sıkıcı demek için boş gözlerle okunduğunu düşündürecek kadar çok güzeldi. Her kitabını ayrı sevdim ve tahmin edildiği gibi üçüncü kitap baştan sona okuyucuyu oradan buraya savuran bir zekayla yazılmıştı. Bu kadar detaylı, bu kadar karmaşık, bu kadar mantıklı bir kurguyu nasıl bir hayal gücü meydana getirmiş hayret ediyorum. İsimlerini ve renklerini aklımda tutmakta zorlandığım kalabalık aileyi çok özleyeceğim. Üçüncü kitapta enstitüdeki ilk günlerin mevzu bahis geçmesi beni özleme boğdu. Darrow'un ilk altına döndüğü zamanlarda etrafındaki insanlarla ilişkileri, zorla kurduğu dostluklar, ufaktan göz kırpan bir aşk ve elbette uğradığı ihanetler akılda kazanılacak türdendi. Kaliteli olmasının yanında kesinlikle gerçekçi olması en çok takdir ettiğim kısmıydı çünkü hiçbir zafer kolay kazanılmamalı ve yazar ısrarla bu zaferin acımasızca taraflarını da bize tattırdı.
Asla hiçbir şeyi hop diye gerçekleştirmeyip, gözlerimizin dolmasını, sürünmemizi ve her an hangi karaktere veda edebiliriz cümlesiyle kitabı sıka sıka sarılarak okumamızı sağladı. Kitabın sonu için övgü niteliğinde kelime bulamıyorum çünkü anlatamayacağım kadar aklıma getirdikçe üst üste gülümsememesi sağlayacak türdendi. Darrow'un edindiği tüm dostları özleyeceğim ama Cassius her zaman gözümde bir farklıydı. Yollarını ayırdıkları günden beri aralarında en ufak bir sempati için kıvranıyordum. Romantik Eo'yu da çok seviyordum ama Kısrak'ı da ayrı sevdim tüm seri boyunca. Darrow ise her zaman kitabı övmemi sağlayacak tek unsur bile olabilir. Hedefleri, karakteri, olgunluğu, samimiyeti bile seriyi unutmaya başladığımda tekrar aynı heyecanla okumamı sağlayacak kadar mükemmel bir karakterdi. Kesinlikle distopya dendiği zaman aklıma ilk gelen seri olmaya ısrarla devam edecek. Henüz başlamadıysanız ilk kitabını bir an önce alıp, bu girdaba girmek için nefesinizi tutmaya hazır olun derim.
Continue reading Sabah Yıldızı - Pierce Brown | Kitap Yorumu
,

Okyanuslar Arasındaki Işık - M. L. Stedman | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Okyanuslar Arasındaki Işık
Orijinal Adı: The Light Between Oceans
Yazar: M. L. Stedman
Yayınevi: Pegasus
Goodreads Puanı: 3.99/5
Benim Puanım: 5/5
Arka Sayfa;
Tom Sherbourne, Çanakkale Savaşı’nda acı dolu dört yıl geçirdikten sonra Avustralya’ya döner ve kıyıdan yarım gün uzaklıktaki Janus Kayası’ndaki deniz fenerinde bakıcı olarak çalışmaya başlar. Genç, cesur ve sevgi dolu karısı Isabel’le evlilikleri ikisinin de kafasındaki gürültüyü susturup yıldızlar, dalgalar ve rüzgârın sesinden başka hiçbir şeyin olmadığı iki kişilik dünyalarında huzur bulmalarını sağlar.
Bir gün, üç yılın ve üç düşüğün ardından, karısı bir bebeğin ağlamalarını duyar. Dalgalar, içinde genç bir adamın cesedi ile birkaç aylık bir bebeğin olduğu bir tekne getirmiştir. Çocuk özlemiyle dolu Isabel dualarının Tanrı tarafından kabul edildiğini düşünür. Yüreklerinin sesini dinleyip bebeği sahiplenmeye ve bundan kimseye bahsetmemeye karar verirler. Yıllar sonra gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca aldıkları kararın hiç beklemedikleri sonuçları olduğunu anlarlar.
Pek sevgili yazar; bu iç yakan yorumumu sana hitaben yazarken ilk cümlemi bu altın kelimelerle taçlandırmak istiyorum. Buyur al yüreğimi, elma gibi soyayım ve eline çöp diye bırakayım. Kitabın konusunu okuduğum zaman canımın yanacağını düşünmüştüm ama cidden yorum yaparken bile gözlerim doluyor. Daha önce de yorumlarımı okuduysanız böyle çocuk vs. bebeklerin bulunduğu kitaplarda onlara şefkat gösterilmesinin samimi bir dille belirtmesi sonucunda ne kadar duygulandığımı defalarca kez belirtmişimdir.

"Izz, bir geleceğinin olabilmesi için geçmişi değiştireceğin umudundan vazgeçmen gerektiğini yaşarak öğrendim."

Bu kitapta yazar sanki sadece bu olay yetmezmiş gibi tüm karakterlerin çaresizliğini tokat gibi suratıma savurarak yüreğimi kavurdu. Hangi birine üzülüp, hangi birine sevineyim derken girdabın içinde buldum kendimi. Tom ve Isabel'in aşkları her ne kadar okumaya doyulmayacak türden olsa da, hayatlarına Lucy'nin girmesiyle ileride yaşayacaklarını tahmin etmek bile onların bu büyük mutluluğunu korkuyla okumamı sağladı. Zaten ne zaman ki romanda üçüncü kısma vardık; işte o saatten sonra her bir satırla daha çok canım yanmaya başladı. Böylesine bir acının gerçek olma ihtimali bu kadar çarpıcıyken, okuyucu olarak kimin feraha kavuşmasını istediğinize de asla karar veremiyorsunuz.
“There are still more days to travel in this life. And he knows that the man who makes the journey has been shaped by every day and every person along the way. Scars are just another kind of memory....Soon enough the days will close over their lives, the grass will grow over their graves, until their story is just an unvisited headstone.”
Dram ve romantizm türünde katiyen zihnimde silinmeyecek bir duygu yoğunluğuna sahipti. Tom gibi mükemmel bir karakter vardı ki her hareketi, içinden geçen her düşünce, dudaklarından dökülen her samimi cümle kitap boyunca ona daha çok bağlanmamı sağladı. Isabel desen yaşadığı acıları düşündükçe insanın gözleri doluyor. Isabel'in özellikle Tom'dan şüphelendiği kısımlar beni öfkeye boğarken bir yandan da onun çaresizliği kalbimi kırdı. Hannah ise bir türlü refaha varamaması ve günden güne mutluluğa varmış olması gerekirken daha çok acı çekmesi, asıl iki karakterimizin ileride mutlu olabileceği anlamına geldiği için onun için ne hissetsem iki dere bir arada kaldım. Bir yandan Lucy'nin davranışları karşısında küçük kız yaşadıklarını unutmadığı için oh çekerken, diğer yandan Hannah'ın bu ısrarına hem öfkelendim hem de yaşadıklarını düşündükçe daha çok hüzne boğuldum. Yazarın o çarpıcı kelimelerle süslenmiş kalemini uzun uzun övmeye gerek duymuyorum. Sadece bir an önce sizi de bu iç yakan girdaba sürüklemesini ve kitabı okudukça o karakterlerin çaresizliğini en derinlerinizde hissetmeniz dileğiyle kesinlikle tüm kalbimle okumanızı öneriyorum.
Continue reading Okyanuslar Arasındaki Işık - M. L. Stedman | Kitap Yorumu
,

Güz Davulları - Diana Gabaldon | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Güz Davulları
Orijinal Adı: Drumps of Autumn (Outlander #4)
Yazar: Diana Gabaldon
Yayınevi: Epsilon
Goodreads Puanı: 4.33/5
Benim Puanım: 5/5
Arka Sayfa;
Her şey antik bir taş halkada başladı. Orada, belli zamanlarda açılan bir kapı vardı ve yolcularını geçmişe - ya da ölüme - taşıyordu.
Claire Randall bu olağanüstü geçitten geçmeyi başardı, hem de iki kez. İlk yolculuğunu 18. yüzyıl İskoçya’sına yaptı ve Jamie Fraser ile tanıştı ama efsanevi aşkları Claire’in onun çocuğunu taşıyarak günümüze dönmesiyle sonuçlandı. İkinci yolculuğunu ilk seferinden yirmi yıl sonra yaptı ve iki âşık Amerika’daki İngiliz kolonilerinde birbirine kavuştu. Ancak Claire bir şeyi geride, 20. yüzyılda bırakmıştı: Kızları Brianna.
YABANCI serisinin dördüncü kitabı olan Güz Davulları’nda ise Brianna korkunç bir sırrı keşfediyor. Geleceğini riske atıp annesini ve hiç tanışmadığı babasını bulmak için tarihi değiştirmeyi… ve onların hayatını kurtarmayı deniyor.

İlk üç kitap da birbirinden güzeldi. İkinci kitabın sonlarında kalbime kor bir ateş düşmüştü, sonra yazar gitgide bizi imkansızlıkların gerçeğe dönmesiyle tanıştırmıştı. Dördüncü kitabın konusunu okuduğumda bile öyle heyecanlanmıştı ki.. Çoğu olayı kendimce aklımda tahmin edip kurgulamıştım ama benim tahmin ettiğimin çok çok daha üstünde bir mükemmeliğe sahipti. Her kitapta bu şefkat hissi ve içten tebessüm harika bir şekilde bana geçmeyi başarıyor ama bu kitapta öyle güzel sayfalar okudum ki bir yandan da yazar okuyucuyu nasıl tatmin edeceğini nasıl bu kadar iyi biliyor şaşırıp kaldım. Dördüncü kitapların iki kısmını da en kısa sürede elimden düşürmeden okudum ama ikinci kısım baştan sona bağrıma basıp bırakamayacağım bir güzelliğe sahipti. Her karaktere tekrar aşık oldum. Brianna ve Roger ikilisini okumak için kıvranıp durdum ve tabii ki Jamie ve Claire'den ziyade malum olaylar sayesinde içim eriyerek okudum satırları. Buradan sonrası seride bu kitaba henüz gelmemişler için ağır spoiler sayılır. 

Son olarak her kitabı bitirmekle söylediğim gibi artık bir zahmet bu seriye başlayın ve bugüne kadar okuduğunuz kitaplarla ayırabileceğiniz ne kadar özelliği olduğunu anladıkça geç kaldığınıza pişman olun. İlk kısım çok güzeldi ama bazı olaylar fazla uzun tutulduğu için hafif sıkıldığımı itiraf etmeliyim. İlk kısım daha çok Jamie ve Claire aralıklıydı. İkilinin ayrı ayrı başları o kadar çok belaya girdi ki artık darlanmaya başladım. O satırları da elbette severek okudum ama asıl sabırsızlandığım Brianna ve Roger'in gelecekteki ilişkisinin nereye varacağıydı. İlk kısımda Jamie ve Claire'in atışmaları beni kahkahalara boğdu. Yazarın mizah dolu satırlarına ayrı bayılıyorum. Jamie'ye aşık olduğum kadar olmasa da Roger'ı da çok seviyorum. Brianna'ya ise ayrı bayılıyorum. İlk kısmın en güzel yanı kesinlikle Willie ile Jamie'nin bir araya gelmesiydi.Willie'nin Jamie'ye olan benzerliğinden bahsedildikçe izin almadan bir yumru boğazıma oturdu durdu.

"Sen benim cesaretimsin, ben de senin vicdanınım. Sen benim yüreğimsin, ben de senin şefkatinim. İkimiz de tek başımıza bütün değiliz. Bunu bilmiyor musun, Sassenach?"

Gerçekler ne zaman itiraf edilenecek deli gibi merak ediyorum. İkinci kısım da tam istediğim gibi gelecekten başladı ve Brianna'nın Roger'a haber vermeden geçmişe dönmesi kitabı tam bir çıkmaza soktu. Brianna ile Jamie'nin nasıl karşılaşacağını düşünürken içimde heyecan dalgaları savrulup durdu. O satırlardaki şefkat ve içtenlik düşündüğümden de muazzamdı. Fakat Brianna'nın ailesine varmadan önce başına gelen berbat olaylar zincirinde oluşan sorunlar ne yazık ki kitapta büyük duraksamalara yol açtı. Bir türlü işler yoluna giremedi ve kıvranıp durdu. Yazara her an öfkeyle çığlık atmaktan korkarak okudum bazı bölümleri. Sonlara doğruysa o aile sıcaklığını hissetikçe daha da bayıldım kitaba. Bana göre dördüncü kitabın ikinci kısmı seride şu ana kadar okuduğum en güzel bölümlere aitti. Evet, bizimkilerinin aşkına biz de aşık olduk, ikinci kitabın sonunda ağladık, üçüncü kitapla ikiliye tekrar aşık olduk ama dördüncü kitapla gerçekten kalbimdeki oluşan bu güzel yumuşaklığı kelimelerle belirtmek bile çok zor. Serinin devamını bilmem ama dördüncü kitap tamamıyla gözümde her zaman bambaşka kalacak.
Continue reading Güz Davulları - Diana Gabaldon | Kitap Yorumu
,

Zihin Girdabı - Neal Shusterman | Kitap Yorumu

Kitap Adı: Zihin Girdabı
Orijinal Adı: Challenger Deep
Yazar: Neal Shusterman
Yayınevi: Pegasus
Goodreads Puanı: 4.13/5
Benim Puanım: 4/5
Arka Sayfa;
Dibe batmak sadece bir başlangıç…          
Ayaklarım güvenli, sağlam zeminde ama bu sadece bir yanılsama. 
CADEN, Mariana Çukuru’nun güneyinde, dünyanın en derin noktası Challenger Çukuru’na doğru yol alan bir gemidedir. 
CADEN, başarılı bir lise öğrencisidir fakat tuhaf davranışları arkadaşlarının dikkatini çekmektedir. 
CADEN, yolculuğu resmetmek üzere geminin ressamı olarak çalışmaktadır. 
CADEN, okulun atletizm takımına girmiş gibi yapıp günlerini kilometrelerce yürüyerek ve düşüncelere dalarak geçirmektedir. 
CADEN, kaptanına sadakati ile başkaldırının cazibesi arasında gidip gelmektedir. 
CADEN BOSCH arada kalmıştır. 
Çırpınmaktadır. Dibe vurmak üzeredir… 
Konusu ve kapağıyla hakkında bize çok az ipucu veren bu kitabı nasıl seveceğimi çok merak ediyordum. Kitap öyle uçuk bölümlerle başlıyor ki hangi tarafa tutunacağınızı şaşırıyorsunuz. Daha önce psikoloji tarzı kitaplar okuduysanız bu türe hazırlıklısınızdır. Korkutucu bir şekilde sizi kısa kısa bölümler bekler, kitabın bir kısmı ise baş karakterin "şunu yapıyorsun" diyerek kendinden bahsetmesiyle geçecek kadar kafa karıştırıcıdır. En heyecanlı kısmı elbette tüm bu kitap boyunca okuduğumuz iç ve dış dünyaya sebep olan olayın arkasında yatan gerçeği öğrenme hevesidir. Caden yaşadığı tüm bu karmaşık olayları bize üstünden anlatmayı seçiyor. Yazarın betimleme tarzı ve zeka dolu cümleleri hayran olunasıydı. Bir kitabı daha yeni elime almışken karakterin bildiği gerçek dünya ve zamanla kafasında oluşan aslında olmayan ama gerçekliğine ısrarla inandığı öbür dünyayı okumak gitgide satırları heyecanlandırdı. Ailesi, arkadaşları, okul hayatı hakkında hep üstünden konuşması beni oldukça öfkelendirdi. Sürekli bir yere varmasını ve tabii ki özellikle bu olayların başlangıcının nereye vardığını merak etmem çok uzun sürdü.

"Her zaman orada, ufukta olacağım," diyorum.
Ve sonsuz bir hüzünle, "Buna inanıyorum. Ama ne yazık ki ben artık pencereden bakmayacağım," diyor.

Aklında gerçekliğine inandığı dalgalarla çevrili dünyada korsan ve papağanın aslında gerçek hayatında kimi ifade ettiğini düşünmek, karakterin zihnindeki girdapta daha derinlere girmenizi sağlıyor. Kesinlikle şunu belirtmeliyim ki; sabır gerektiren bir kitaptı. Satırları tekrar okuyup anlayana kadar kavramanızı gerektirecek, kıvranmanızı ısrarla isteyecek nitelikteydi. Kolay bir kitap kesinlikle değildi ve bu tür anlaması düşündürücü olan kitaplardan haz etmiyorsanız okumakta daralabilirsiniz gerçekten. Ama övgülerime geçersek son sayfasına kadar beğenmeyi çok çok istedim ve yazar bunu en içten şekilde bana geçirmeyi başardı. Evet, beklediğim nitelikte açıklayıcı olmadı ama özellikle kitabı hafif bir tebessüm ve iç rahatlığıyla kapattığınızda yazarın notunu okuduğunuzda gözleriniz bile dolabilir. Ayrıca yayınevinin ince düşünceli bilgilendirmesi de ayrı hoştu. Okuması zor, merak uyandırıcı ama gerçekten farklı ve güzel bir kitaptı. O yüzden kitaba tekrar tekrar baktığımda biraz zihnimi zorlandığını ama buna rağmen içimde gerçek bir merak hissi uyandırmasını çok sevdim. Ve elbette en sevdiğim şey ise gerçek dünya ile aklındaki dünya arasındaki kişilerin ona ne ifade ettiğiydi. Bu hastalığın zihinde nasıl işlediğini, nasıl ileri dereceye varıp, nasıl insanı yiyip bitirdiğini çok güzel ifade eden bir kitaptı. Okumaya sabrınız, merakınız ve ilginiz varsa içtenlikle öneririm.
Continue reading Zihin Girdabı - Neal Shusterman | Kitap Yorumu

1 Kasım 2016

Ekimde Neler Yapıyorum?

Bu sene şubat ayı benim için aşırı yoğun geçmişti ve onu hiçbir şey geçemez derken Ekim ayını eklemeyi unutmuşum. Ekim ayı benim için gerçekten harika derecede yorucu, bol koşuşturmalı, uykusuz ve mükemmel kitaplarla geçen bir aydı. Öncelikle ilk olarak bu ayın başında Hacı Bektaş Veli kütüphanesine gitmek için Mescidi Selam tramvay hattında lanet olsun ki bir durak sonra inip Yenimahalle'den Ahmet Yesevi caddesine yürüdüm. Allah'ım o nasıl iğrenç bir gündü. Tamam, kehribardaki yufusçuk ve yolcu kitaplarını ve de kütüphanenin harikalığına hayran kaldım ama dostlarım o nasıl berbat bir gündü.
Elli dakika kesintisiz yürüdüm ve bu yollar öylesine düz değil yokuş dolu yollardı. Hiçbir Allah'ın kulu adam gibi kütüphaneyi bilmiyor, sürekli kütüphaneyi arayıp şuradayım nasıl geleceğim demeye utandım artık. En sonunda kütüphaneyi buldum ama üç buçukta vatan caddesinde olmam gerekiyordu. Eğer cildiye randevumu kaçırırsam da uzun süre alamayacaktım. O yüzden normalde yirmi dakika çıkılacak yokuşu on dakikada koşarak çıktım, sonrasında yanlış yöne gidip iki durak fazla gidip, tramvaydan inip olduğum durağa tekrar döndüm. On beş dakika gecikmeyle hastaneye vardım ama tekrar söylüyorum; O NASIL BERBAT BİR GÜNDÜ! :( Aylar sonra artık sinirden ağlayacak hale gelmiştim.

Sonra bir gün küçük kız kardeşimle akşamdan Miss Peregrine's Tuhaf Çocukları filmine gittik. Forum İstanbul'a gittik ve film tahmin ettiğimden daha geç bittiği için ilk defa saat on'da metroyla eve döndük ve annem telefonun diğer ucunda baya heyecan yaşattı. Ve asıl olay derslerim başladı. Haftanın ilk üç günü dikiş, perşembe ve cuma günleri de stilistlik kursum var. İki kursum da derslerim de çok güzel ama dikiş gerçekten zorluyor. Sürekli hocayı dinlemem ve iğneyi dikkatli kullanmam gerekiyor. Hatta bu hafta etek dikimine geçeceğiz, inşallah başarırım. İki gün sabah dokuzdan dörde kadar, çarşamba günü de on ikiye kadar, stilistlik kursum da perşembe ve cuma günleri aynı şekilde saat dokuzdan dörte kadar. Ama stilistlik hocamız çoğunlukla erken bırakıyor. Şu anlık ikisinde de güzel gidiyorum. Aldığım tüm malzemelere, boyalara, kumaşlara bayılmış durumdayım daha şimdiden. Zaten iki derste de yaptıklarımı snapchat'ten paylaşıyorum.
Tek sorun sabah yedi buçukta kalkıyorum çünkü üç vesaire ile ders yerlerime ulaşıyorum ve sabah kalkmaya alışmış olsam da kendime gelmek biraz zor oluyor. Yenikapı metro hattı, marmaray ve fıstıkağacı ile kültür merkezi otobüslerine binerek üç vesaire ile ulaşıyorum. Kahve ve yiyeceğimi kendim getiriyorum, bu yüzden de ayrı ağırlık oluyor. Dikiş dersim hemen Fethi Paşa korusuna yakın, stilistlik kursum da Nev Mekan'ın dibinde olduğu için çok mutluyum.

Sonracığıma bir cumartesi henüz daha yeni soğuklar başlamışken geçen sene yaptığımız gibi Gülhane'ye gidip ufak bir piknik yaptık. Yine ince giyindiğimiz için donduk ama baya güzel bir gündü. 
Ve asıl bomba benim biricik Fighting'im bu ay evlenecekti. Bugüne kadar hiç horon oynamadım fakat Beyza çok yakınım olduğu için öğrenmeyi çok istiyordum. Bu lider görevi Havvanur üstlendi. Kendisi imamhatip'te maşallah tüm oyun çeşitlerini öğrenmiş. Fakat ne yazık ki her ne kadar olayı kapsam da çok doğal bir şekilde oynamayı bir türlü başaramadım. En azından bu eziklikle cüret edip herkesin önünde oynadım, tabii sürekli ayaklarıma bakıp dursam da. Kız kardeşim bu özgüveni gösteremedi ne yazık ki. O kına ve düğün koşuşturması beni öldürdü. Kına için elbise ve hazırlanmak gerçekten çok yorucuydu. Bu süreç içinde Beyza ile bol bol görüştük, bizde kaldı, çok güzeldi her şey.
İlk ders günlerimde çıkışlarda sürekli Fethi Paşa'ya gittim fakat sonradan bu olay beni yormaya başladı, artık çoğunlukla direk evin yolunu alıyorum. Stilistik dersinde hocamız alacaklar listesini verince o gün Üsküdar'dan Sirkeci'ye oradan tekrar Üsküdar'a dönüp, kuzenimle Hüsna'yı sahilde bekleyip birlikte Çengelköy'e Çikolata Kahve'ye gittik. Senelerdir yemediğim tavuklu döneri tekrardan tattım ama bir daha yiyeceğimi sanmıyorum, pek özlediğim bir tat değilmiş. Aslında bu yazımda buna değinmeyi düşünmüyordum ama artık biraz kendimi rezil etmek geldi içimden. Çengelköy'e gittiyseniz denize sıfır ünlü Çınaraltı Çay Bahçesi'ni biliyorsunuzdur. Ben oranın manzarasını çok sevdiğim için döneri dışarıdan alalım dedim. "Havvanur sen çay içersin ben de dışarıdan ayran alayım, orası dışarıdan yiyecek kabul ediyor" dedim. Neyse ben bir güzel ayranımı bir buçuk liraya aldım. Kusura bakmayın ama o günlerde gerçekten harçlığım çok mühimdi çünkü sürekli boya, kumaş ve dikiş malzemelerine para yetiştiriyordum. Her neyse, tam dönerlerimizi sıvadık ısıracağız, ben de tam o anda dışarıdan ayranımı açacaktım ki garson adam başımıza dikilip "Açmayın açmayın bayan! Burada dışarıdan içecek yasak!" diye kulağımın dibinde cırlamasın mı... Tabii ki ayranı kapadım ve lanet ki döneri kuru kuru ayranla bakışarak yedim. O gün baya bir güldüm. Kızlar benimle dalga geçtikçe daha çok güldüm. sonra da oradan kalkıp Çikolata Kahve'ye gidip sıcak çikolata içtik. Tasarımı, manzarası her şeyi muazzam olmuş kafenin. Eskiden bu kadar büyük değildi, içeri girmek için sıra beklerdik.
Sonraki cumartesi sabahı benim gözüm için randevum vardı. Sağ gözümde hafif bir ağrı oluyor ama çok sinir bozucu bir şey. Ben de sonunda annemi ikna edip randevu aldırttım. Doktora gittik ama gözümde bir şey çıkmayınca tekrar damla sıkıldı. Allah'ım o damla beni kör eyledi. Yakından hiçbir şeyi göremiyorum, telefonumda en ufak bir şeyi okuyamıyordum. Elimi kaldırıp parmaklarımı bulanık görmek çok tuhaf bir histi. Elbette o gün akşama kadar ne telefonumu elime aldım, ne de kitap okuyabildim.  Akşamında sonunda körlüğüm geçince yine Zeynep'i peşime takıp önce Sirkeci'ye gidip boya takımı aldım, sonra da Taksim'e gittik. Kendisi ilk defa gidiyordu, ee benim onun yaşındayken Taksim'in nerede olduğuna dair bir fikrim bile yoktu. O akşam önce kütüphaneye kitabımı geri verdim, sonra da D&R'ye gidip indirimli kitapları gezdik. Sonra dondurma yiyip metroyla döndük. Zeynep daha yeni iyileşmişti, o yüzden ılık su içirttim. Kötü bir abla değilim yanlış anlaşılmasın. Bu arada gözümde hiçbir şey çıkmadı ama şükürler olsun o damlalardan beri hiç ağrım olmadı.
Klasik bir pazar deyip geçmek isterdim ama aylardır hayalini kurduğum o dürüm arası döneri yedim ve tadını hala unutamıyorum, çoook güzeldi. Sonra aynı şekilde ders haftam başladı yine. Çizimler, dikimler derken yoğun bir haftaydı ama asıl yoğunluğu düğünün yaklaşmasıydı. İşte o hafta sonu düğün vardı. Ve benim biricik elbisem düğünün sabahında teslim edildi. Durun anlatacağım (şerefsizim :D) ağlamamak için kendimi zor tuttuğum o günü. Terzimiz Hüsna'nın elbisesini bir günde bitirdi. Bu cuma gününden önceki gün de kınaydı ve ölümüne yorulmuştum. Ertesi günü sen sabahın yedisinde kalkıp Üsküdar'a geç ve otobüste ders iptal yazılsın. Önce bir hiddetlendim, sonra kaç gündür kitap okuyamadığımı düşününce eve dönüp kahveyle kitap okudum. Akşamında yedi gibi terziye gittim, aslında saat on gibi dönmeyi düşünüyordum fakat öyle olmadı :(
O nalet gelesi elbise o kadar o kadar uzun sürdü ki beni şoklara soktu. Çok güzel oldu ama gece iki buçuğa kadar terzide durdum. Sonra koşarak karşı sokaktaki dayımlara gittim. Veee elbise henüz bitmemişti. Sabah yedide kalkıp terziye geri koştum ve elbiseyi alıp eve döndüm. Eve geldiğimde dokunsan yorgunluktan ağlayacaktım. Öğlenden sonra Ataşehir'e doğru yol aldık. Düğün çok güzeldi ama bir salaklık yapıp takıları ben toplayabilirim dedim ki bu; gelin ve damatla beraber tüm masaları tavaf edeceğiniz anlamına geliyordu. Hüsna, Beyza'nın gelinliğinin eteğini kaldırırken vefat etti, ben de takıları toplarken. Sakın ama sakın bu iğrenç işe kalkışmayın. Bir şey takacak mı takmayacak mı diye mekik dokurken orayı yığılasım vardı artıkın. Bir daha asla böyle bir saçmalığa kalkışmam. Ama sonuç olarak düğün çok güzeldi, çünkü elbisem çok güzeldi, çünkü Beyza çok güzeldi, çünkü o bizim canımız.
Bu arada annemler bana yeni dikiş makinası aldı. Babam da epey hevesli ne dikeceğimi görmek konusunda. Son olarak da annaneme gidip orada kalabalık bir şekilde kahvaltı yaptık. Bu ay pek arkadaşlarımla da görüşemedim çünkü hepsinin dersleri başladı. Sürekli karşıda olduğum için eve dönünce de koltuğa yayılıp takılmak istiyorum. Haftasonu da anca kumaş ve terzi işleriyle yoğunduk. Unutmadan harika ağır bir nezle geçirip dikişte yanımda olan biricik Merve'ye de bulaştırdım.
Oraya koştum, buraya koştum ama yine de on sekiz kitap bitirdim. Metroda, otobüste, ne zaman dışarı çıksam kalınlığı ne olursa olsun çantama bir kitap attım ya da kucağımda taşıdım. Bu kadar okumama ben de şaşırdım, hatta hafta sonları bile bu yorgunlukla erken saatlerde uyudum. Ama başardım ya siz ona bakın :)
Continue reading Ekimde Neler Yapıyorum?